Topkapı Sarayı’nın farklı dönemlerde üretilen gravür, resim, fotoğraf vd. İstanbul görselleştirmelerine konu olmasını, bu yapılar topluluğunun tekil mimari özellikleri kadar, üzerinde yapılandığı topoğrafyayla kurduğu zarif ve incelikli ilişkiye bağlamak yanlış olmaz. Zaman içinde değişen, gelişen saray Sarayburnu’nun müzikal resmi gibidir.
7) ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ
Mimarı: Hayati Tabanlıoğlu İstanbul, 1946
AKM’nin önemi şehir kültürünün ikonik bir simgesi, İstanbulluların kültürel hafızası olmasıydı.
6) GÖBEKLİTEPE
Şanlıurfa, M.Ö. 9.600
Göbeklitepe Urfa’ya 15 km uzaklıkta, yaklaşık 300 metre çapında, 15 metre yükseklikte, içinde 20 adet olduğu belirlenen, 9 adedinde kazı yapılan ve 4 adedi günümüzden 12 bin yıl öncesine tarihlenen tapınak alanlarıdır. İnsanoğlunun avcı-toplayıcı olduğu dönemde, yerleşik tarım toplumuna geçilmeden ve demir bulunmadan önce inşa edilmiş bu anıtsal yapılar grubu, ortada her biri yaklaşık 50 tonluk, temelde ana kayaya oyularak yerleştirilmiş, T biçimli, yüksekliği 7 metre, başı 3 metre genişliğinde, üzerleri hayvan motifleri işlenmiş taşlar ve bunların etrafına dairesel planda konumlanmış dikili taşlardan oluşmaktadır.
5) ASPENDOS
Mimarı: Zenon
Antalya, 138
Bulunduğu topografyadan faydalanarak belli bir eğimle yamaca yaslanan erken dönem tiyatrolarının ‘yararcı’ formülünü; kemer, tonoz gibi strüktür olanaklarının gelişmesiyle yapıyı ayağa dikerek ‘idealize’ eden ve dönemine ait, hacimli, ayakta kalmış en iyi örneklerden. Amfi yarım daire şemadır ve sahne yapısı dairenin kesik tarafına takılıdır. İzleyici koyağı üzerinde yer alan kemerli galeri ile sahne yapısı aynı yüksekliktedir.
4) SÜLEYMANİYE CAMİİ
Mimarı: Mimar Sinan
İstanbul, 1551
Medreseler, hastane, hamam ve türbeleri de içeren on beş bölümden oluşan Süleymaniye Külliyesi’nin merkezi Süleymaniye Camii, İstanbul’un en önemi simgelerinden biri olmasının yanı sıra, Mimar Sinan’ın eserleri içinde de ayrıcalıklı bir konumdadır. XVI. yy’ da inşa edilen, Klasik Osmanlı mimarisinin en önemli örneklerinden Süleymaniye, konumu, mimarisi, yapı teknolojisi ve iç mekân zenginliği ile külliyenin gözbebeğidir. Sinan’ın kalfalık dönemi eseri olarak nitelendirilen cami, çokça karşılaştırıldığı Ayasofya’ya benzer bir taşıyıcı sisteme ve plana sahip olmasına karşın, Sinan’ın miras aldığı yapı teknolojisini geliştirmesiyle şeffaf duvarlara, kesintisiz bir iç mekâna kavuşarak, aydınlık, insancıl ve huzurlu bir deneyim sunar. Süleymaniye’yi İstanbul’un simgesi haline getiren yalnızca yüksekteki konumu değil, bulunduğu tepeden neredeyse kendiliğinden yükseliyormuş hissi veren ustalıklı ve bütüncül tasarımıdır.
3) DİVRİĞİ ULU CAMİİ
Mimarı: Ahlatlı Hürrem Şah
Sivas, 1228
Yapımı 1228-1243 arasında gerçekleştirilmiş olan yapının konumlandığı yer, erken 13. yüzyılda da önemli olduğu söylenemeyecek Divriği kasabasıdır. Yaptıran karıkocanın ise (Mengücek beyi Ahmet Şah ve Melike Turan Melek) siyasal açıdan büyük roller oynamamış oluşu dikkate değer. Sadece bu iki verinin bile bugünkü Türkiye alışkanlıkları bağlamında yorumlanması yararlı olur. Şöyle ki, mimari açıdan önemli ürün ortaya koymak için yaptıranların yönetimsel başarı göstermesi ve yapının da büyük bir kentsel merkezde yer alması zorunlu değildir. Ancak, Şifahane’nin adına yapıldığı kişinin kadın oluşu Ortaçağ İslam dünyasında Türkçe konuşulan bölgeler dışında çok ender olan bir alışkanlığa işaret eder ve özellikle önemsenmelidir. Bu ulucami-şifahane kompleksinin mimarlık tarihi bağlamındaki başarısı ise, bünyesinde farklı geleneklerin etkileri barındırmasından kaynaklanır. Gürcü, Ermeni, İran, hatta Avrupa Gotik mimarlıklarının izlerini gösterişi, bu kompleksi çağı için dünya genelinde istisnai kılar.
2) SELİMİYE CAMİİ
Mimarı: Mimar Sinan
Edirne, 1568
Mimar Sinan’ın başyapıtı…
Mimar Sinan’ın başyapıtı olarak kabul edilen cami, kentin en yüksek tepesi üzerinde ve R:31.30 metre çapındaki kubbesi ve üçer şerefeli dört minaresi ile kent siluetinin belirleyici ögesi olan bir yapıttır. Sinan’ın 4 ve 6 ayak üzerine oturan kubbe denemelerinden sonra 8 ayağa oturan bu en büyük kubbeli yapısı, ana kubbeyi destekleyen yarım kubbelerin örttüğü görkemli bir iç mekâna ve incelikle tasarlanmış bezeme külliyatına sahiptir.
1) AYASOFYA
Mimarları: Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius
İstanbul, 532-537
Ayasofya klasik Roma mimarisinin son büyük eseridir. 532 ve 537 yılları arasında İmparator Justinian’ın emriyle yapıldı. Miletoslu İsidoros ve matematikçi Trallesli (Aydın) Anthemius’un eseridir. Bilhassa Anthemius, İskenderiye Kitaplığı’ndaki son bazı eserleri özetlemiş, özellikle İskenderiyeli Heron’un statik üzerindeki görüşlerini zikretmiştir ve bugün kaybolan bu eserlerin hem zihnimizde zamanımıza kadar yaşaması hem de Ayasofya’nın strüktürünün bunlardan etkilendiği açıkça ortaya konmuştur. Ayasofya kemerler ve sütunlar üzerinde duran bir eserdir. Bu sütunlar, imparatorluğun dört bir yanından getirilmiştir. Bu bir mali tasarruf sayılmaktan çok, emperyal bir hâkimiyetin görülmesi olarak düşünülmelidir. Benzer tavrı ve malzeme naklini Kanuni Sultan Süleyman devrinde de Mimar Sinan’ın büyük eseri için söylemek mümkündür.
Bir müddet sonra Ayasofya’nın kubbesi çöktüyse de kendisinden sonra bu, bizce aşılamamıştır. 900 yıl sonra mimar Bruneleschi’nin Floransa Katedrali’nde ortaya koyduğu mühendislik harikası kubbe, estetik bakımından ve ana binayla olan bağlantı açısından Ayasofya’yla mukayese edilemez. En geniş kubbe Ayasofya değildir ama miladın birinci asrında Roma’daki Pantheon kubbesi (yani bütün Roma İmparatorluğu’nun tanrılarını bir araya getiren mabet) yapı olarak bir silindir üstüne konmuş bir yarım elma gibidir ve statik bakımdan Ayasofya gibi bir harika sayılamaz.
Ayasofya doğrudan doğruya ilahi hikmet anlamına gelir. Bu nedenle de Fatih Sultan Mehmed Han ismi değiştirmedi, hususi bir vakfiye meydana getirdi, birtakım eserleri bu vakfa bağışladı. 1204’te artık kiliseler arasındaki ayrılıktan sonra Roma Katolik diye ayıracağımız Batı’dan gelen Haçlılar Ayasofya’yı feci şekilde yağmaladılar ve bir Katolik katedrali haline getirdiler. Bu 1261’e kadar devam etti.
553, 557 ve 558 yıllarında kubbelerde çatlak ve çöküntü ve özellikle sonuncuda da binanın muhtelif yerlerinde çatlaklar meydana gelmiştir. İmparator Justinyen bu dönemde sözü geçen; Baalbek başta olmak üzere, imparatorluğun muhtelif eski merkezlerinden devasa sütunları getirterek binada destek olarak kullandırttı. Ama asıl önemlisi bu tamirlerden sonra büyük mimar ve mühendis Sinan’ın Ayasofya’nın yan taraflarına dâhiyane bir buluşla koyduğu binayı ebedileştiren statik destektir.
Ayasofya Roma İmparatorluk ve mimarisinin son parlak eseridir Osmanlı asırlarını bir numaralı cami olarak tamamlamıştır. 1931’de ciddi bir restorasyon geçirdi, daha evvelki ciddi restorasyon ise Sultan Abdülmecid Han devrinde Fossatiler’e yaptırılandır. Bu restorasyon sırasında Ayasofya’nın ilk pahalı baskılı anıtsal kitabı da padişahın cömert bağışıyla Londra’da basıldı. Rus çarının bu kitap için gereken bağışı yapmaktan imtina ettiğini belirtelim. ( İlber Ortaylı )
Kaynak: emlaklobisi.com